ŞAPKA, ŞARAP VE KADEH


      İki resim bazen tek bir hikayeyi anlatır ve birbirinden kopuk görünen her şeyin gizli bir bağlantısı vardır. Belki keşfedilmemiştir, belki de bulunduğu yerden daha köhne bir yere atılmıştır ama oradadır. Yok edemezsin, çizip boyadığın bir resmi silemeyeceğin gibi... 

      İşte Kani Kaya'nın Kurtuluş Rum Okulu'nda sergilediği resimler de bana bir hikayeyi çağrıştırıyor. Birbirine çok benzeyen bir kadın ve bir adam... Aynı dileklerde buluşmuş, aynı dilden akmış, aynı ruhta kavuşmuş ama farklı yerlerden yaralanmış bir kadın ve bir adam... Kadın boyun eğerek tuttuğu kadehe sahip çıkıyor ama kadeh onun değil. Çünkü boyun eğmezse tutamayacak o kadehi, omzuna uzanan bir el bulamayacak. Her şey kadını kendisi için teşvik eden adamın yüreğine bağlanmış. Bizim diyebilecekken benle dolmuş kadeh. Kadın adamın beninde bir yer bularak tükenmeyen bir şaraptan içebileceklerine inanmış ama kadeh, nedenini bilmediği bir huzursuzlukla dolmaya başlamış. Git gide acılaşan bu şarabın tadıyla, kendi benini kadına içirmek isteyen adamın baskısı altında, hangi şarabı içmek istediğine karar veremeyen bir kadın için kırılma anı geldiğinde şöyle demiş:

      Kendi kadehini elime vererek bana sahip olmak istedin. Neye ait olmak istediğimi bilmeden kadehini tutmayı denedim ama seninkini tuttukça benimkini kenara ittim. Çünkü senin yok saydığın kadehime dokunduğum an bir hışımla alacaktın kadehini elimden. Öyle de oldu, üstelik kendine vereceğin teselli bile hazırdı: Ben verdim, ben aldım! Bu teselli sana bir süre yeterken bastırılmış öfken, arzuların, düşlerin, düşüncelerin üzerime döküldü. Artık ne kendi kadehimi sevebildim ne de seninkinden içmeyi istedim. Değiştirmem gereken bir kıyafet gerçeği ile kalakaldım. Kirlenmiş bir kıyafetle uzun süre oturdum. Gelip üstüme döktüklerini temizlemeni bekledim. Ve bir gün ortak bir kadehten içebilecek olmamızın hayaliyle yaşadım. Bundan daha ironik olan şu ki; bu hayalim sayesinde geldin ama temizlemek için değil üstümü daha acımtırak duygularla kirletmek için geldin. Senin kadehini bırakmış olmamın hazımsızlığını da döktün üzerime ve geri alınamayacak lekeler açıldı kalplerimizde. Sadece senin temizleyebileceğin bir kıyafeti giymenin de bir anlamı kalmamıştı artık. Bu sefer kendi irademle vazgeçemediğim ne varsa bıraktım sayende. Üstüme mavileri giyindim. Bilirsin, mavi hem hüzündür hem de huzur... Bir günün oluşumu gibidir mavi; bir yanı aydınlık, bir yanı karanlık... Biraz gündüz ve biraz da gece... Bak işte şapkamızı da çıkardım. En çok da şapkalarımız aynıydı çünkü ikimiz de aynı düşün düşüncesizliğinden kırıldık. Şapkalarımız, zihnimizdeki sevilme isteğini örtüyordu. Tüm hatalarımıza sebep olan bu istek kendi yarattığı sonuçları da örtemezdi. Tam da bu yüzden artık sevilme isteği tarafından yönetilmiyorum. Şimdi seni kadehinle ve şapkanla baş başa bıraktığım için kızıyorsun ama kadehimi nasıl bir belirsizliğe uzattığımı göremiyorsun. Zor ama anlamlı olan hayatın zaten bende olan şarabı içmekten geçtiğini de anlamıyorsun. Ancak bu ihtimal bile sana bakan biri için görünüşe aldanmak olabilir. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir, öyle değil mi? 

      Aynen öyle, kabullenmesi zor olan da bu: kalbimin derinlerini hissetmene rağmen bir kadehi birlikte şekillendirecek sevgiden ve cesaretten yoksun olman... Bir söz daha yok söylenecek ya da anlatmakla bitmeyecek hisler var geride. Ama zamanımız gelmedi. Henüz tüm şarapları kapsayan o büyük kaseden içme zamanımız gelmedi.



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İÇ BUĞU

GEÇMİŞTEN GELEN MEKTUP

İNSANLIĞIN HİKAYESİ