GEÇMİŞTEN GELEN MEKTUP

 

GEÇMİŞTEN GELEN MEKTUP





     Sene 2072. Dünya büyük bir bozgundan kurtulmuş ve bereketli bir yaşama kavuşmuş. Yaşanan iklimsel krizlerin neticesinde insanlar yok olmaktan kurtulmak için birbirine kenetlenmek zorunda kalmış. Savaşlara ara verilmiş. Herkes o kadar huzurlu ve mutlu ki hiç kimse bir daha o kıtlık ve acıyla dolu günlere geri dönmek istemiyor. Artık teknoloji doğanın kaynaklarını geri kazanmak için kullanılıyor. Tabii ki hiçbir şey ilk yaratıldığında olduğu kadar taze ve bol değil ama olsun. Büyük bir kurtuluşun sevincini yaşıyoruz. Doğamızı ne kadar korursak o kadar yaşam bulacağımızı anladık sonunda ama atalarımızın geçmişini merak etmiyor değilim. Nasıl döndüler bu kötü gidişattan? İyiliğin ve güzelliğin yolunu nasıl buldular? Toplumsal bir hareket ve mecburi bir dayanışma gibi görülse de toplumu oluşturan bireylerin hikayesini merak ediyorum. Bir taş yerinden oynamadan diğerleri hareket etmez çünkü biliyorum. Ekolojik balkonumda oturup sakız aromalı kahvemi yudumlarken maillerimi kontrol ediyorum. İşimle ilgili yeni gelişmeleri oradan takip ederken birden bildirim alıyorum. Aman Tanrım! Elli yıl öncesinden gelen bir mektubum var! Anneannem aile mailimize tam elli yıl sonra ulaşması için bir mektup yollamış! Aradığım cevapları bulabilecek miyim? Hangi düşünce bizi bu mutlu günlere getirdi? Heyecanla mektubu mailden açıyorum ve okumaya başlıyorum.

     Tanrım, defalarca günahımı bağışladın. Her düştüğümde beni kaldırdın. Senden uzaklaşmanın verdiği ağır yükten beni kurtardın. Her günaha düştüğümde sana yaklaşırken boğazımda bir yumruk hissettim. Konuşamadım sanki dilsiz oldum. Yüzüne bile bakamadım. Hüzünlendim, karanlığa baktım, karanlığa dönüştüm. Ama Sen gecenin en karanlık anından hemen sonra güneşin doğması gibi doğdun hayatıma. Görünmez bir elin vardı senin bana dokunan. Duyulmaz bir sesin vardı senin kalbime konuşan. Dokunulmaz bir güneşin vardı senin ruhumu aydınlatan.  Yapabildiğim tek şey bu ışığa sarılmak oldu. Senin ışığına gelen ben değildim hiçbir zaman. Sen getirdin ışığını kalbime, Sen gülümsedin yüzüme, Sen öğrettin hatalarıma hayıflanmak yerine onlardan ders almayı. Bir inancım bile yoktu benim. Karanlıktan sızan bir minim ışığını gördüm ve o ışığa tutundum. Aslında onu bile tek başıma yapmadım. Bu şekilde bir inanca bile sahip olmadım. Çünkü inancımı her sahiplenişimde üstüme gelen dalgaların beni yuttuğunu gördüm. Bu benim günahla olan mücadelemdi ve dalgalar beni yutmaya çok hevesliydi. Ancak Sen beni yanına alıp tuttuğunda onların üstünden atlayabildim. Senin yanında durduğumu sandığımda ise o dalgaların altında kaldım. Artık biliyorum Senin sadakatinle kıyaslanamaz benim güvenilirliğim ama sen de güvenmek istemez misin birine? Bu benim dostumdur, bana hep sadık kalır, demeyi istemez misin? Bu kadar mı karşılıksızdır sevgin, bu kadar mı kolaydır insanın senden uzaklaşması? İnsan, nasıl elini sağlam tutar Tanrıda? Ya peki insan tutamıyorsa elini hiç bırakmadan, Senin hiç terk etmediğine nasıl inanır?

     İnsanın kalbi ne zaman Tanrıdan uzaklaşsa eylemleri de uzaklaşır. Hatta onunla zıtlaşır ve onunla savaşır. Tanrıyla şeytanın savaşında taraf olduğunu bilmeden onunla savaşır. Ancak bir kere Tanrının tatlı sevgisini tattıysa bu savaşta tuttuğu taraf ona acı verir. Ruhu ezilir. Tanrı da tam bu noktada onu terk etmediğini gösterir. Acıtmadan, ezmeden, suçlamadan, nazikçe ve büyük sevecenlikle onu kendine geri çağırır. Şefkat gösterir. Tanrının gösterdiği bu şefkat bağışlamanın bir sembolüdür. Bağışlanan insan da sevinçle coşar. Günahının artık anılmadığını hisseder ve önceden tatmış olduğu sevgi daha da bereketlenir. Sanki bir ırmakta dolar ve coşkuyla taşar. Sanki duran kalbi tekrar çalışır. Sönen ruhu tekrar canlanır. Her ilkbaharda doğanın canlanması gibi dirilir yeniden. Ölümü yenen bir hayatın varlığını içinde hisseder. En önemlisi de eskisi kadar kendinden korkmaz artık. Çünkü gücün kendinden değil Tanrıdan geldiğini öğrenmiştir ve bu güce sarılır. Sarıldıkça onunla özdeşleşir ve ona benzer. Onun kadar güçlü olmaya hatta ondan daha güçlü olmaya çalışan bir egosu yoktur artık. Kendi başarıları, kendi becerisi değildir olmuş olan. Yani akıntıya karşı yüzmeye benzeyen bir yaşamı da yoktur artık. Dolayısıyla kaybedilen zaman da geri kazanılır. Boşa kürek çeken bir balıkçı olmaktan da kurtulur. Tanrının oltasında ıskalama yoktur. Çünkü O bir kere tuttuğunu bir daha asla bırakmaz. Ancak bir farkı vardır onun oltasının. İnsan, efendi olmak için oltasını atar çünkü sahip olmak ister. Tanrı ise dost olmak için oltasını atar çünkü kirli bir denizde solacak olan yaşamı kurtarmak ister. İnsan, oltasıyla tuttuğunu işine yaramayacaksa geri atar. Tanrı ise oltasıyla tuttuğu, onda kalmak istemiyorsa onu geri atar. Böylece kirli denize geri düşen neden düştüm, demesin. Çünkü Tanrının kovası zorba değildir. Durmak istemeyeni o denize geri döker. Öyleyse iraden kime bağlıysa sen de ona bağlısın. Bu mektubu okuyan her kimse daha aydınlık bir dünyanın temsilcisi ve koruyucusu olmasına niyet ediyorum ve ona şimdi belirteceğim düşünceyi miras bırakıyorum:

     Kendiyle vakit geçirmeyen, içindeki hiç bitmeyen diyaloğu Tanrıya yöneltmeyen, sohbetinin onunla olduğunu fark etmeyen insan, Tanrının iradesine bağlı kalamaz çünkü ne kendini tanır ne de onun kim olduğunu bilir. Öyleyse korkunun kıyısından çık, sevgiye dal!

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İÇ BUĞU

İNSANLIĞIN HİKAYESİ